Dünyanın En Zor Oyunu

27 Kasım 2013 Çarşamba

Deniz GEZMİŞ



Deniz Gezmiş, Türkiye'de 1965'li yıllardan sonra gelişen gençlik hareketinin en önemli lideri ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun kurucusudur.

28 Şubat 1947'de Ankara'da doğan Gezmiş'in babası ilköğretim müfettişi Cemil Gezmiş, annesi ilkokul öğretmeni Mukaddes Gezmiş'tir.

İlk ve orta öğretimini Sivas'ta, lise öğretimini ise İstanbul'da tamamlayan Gezmiş, henüz lise öğrencisiyken sol düşünceyle tanıştı.

1966 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girmesiyle de kendini dönemin eylemleri içinde buldu.

Siyasi yıllar

Deniz Gezmiş, üniversiteye girmesiyle birlikte siyasi eylemlerde çok daha aktif rol almaya başladı.

İlk olarak, Ankara'dan İstanbul'a yürüyen Çorum temizlik işçilerinin eylemlerini desteklemesi ve Türk-İş yöneticilerini protesto eden gösteri içinde yer alması yüzünden gözaltına alındı.

Daha sonraları karıştığı başka eylemlerle tekrar gözaltına alınıp serbest bırakılan Gezmiş, 30 Ocak 1968'de Hukuk Fakültesi'nde birlikte okuduğu arkadaşlarıyla ''Devrimci Hukukçular Örgütü''nü kurdu.

Tutukluluk günleri

Öğrenci eylemleri içindeki etkinliği giderek artan Deniz Gezmiş, 7 Mart 1968'de İstanbul Üniversitesi'nde düzenlenen AIESEC Genel Kurulu'nda konuşan Devlet Bakanı Seyfi Öztürk'ü protesto ettiği için tutuklandı.

2 Mayıs'a kadar tutuklu kalan Gezmiş, bundan çok kısa bir süre sonra 30 Mayıs'ta 6. Filo'yu protesto ettiği için yine yargılandı ancak bu kez beraat etti.

Hemen ardından 12 Haziran 1968'de İstanbul Üniversitesi'nin işgal edilmesine önderlik etti ve öğrenci heyetinin içinde yer alarak öğrenci haklarının elde edilmesi ve işgalin sona erdirilmesinde önemli rol oynadı.

İşgalden kısa bir süre sonra İstanbul'a gelen 6. Filo'yu protesto eylemlerine katılan Gezmiş, 30 Temmuz'da tutuklandı ve 20 Eylül'e kadar hapis yattı.

Deniz Gezmiş, 1 Eylül 1969'da ise üniversiteden ihraç edildi.

Ancak kısa bir süre sonra okulda yapılan bir aramada ele geçirilen tüfeğin Gezmiş'e ait olduğu öne sürülerek 20 Aralık 1969'da tekrar tutuklandı ve Eylül 1970'e kadar tutuklu kaldı.

Bu tarihten sonra öğrenci eylemlerinden uzaklaşan Gezmiş, Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan'la birlikte Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nu (THKO) kurdu.

Darağacına giden yol

Deniz Gezmiş 11 Ocak 1971'de THKO adına arkadaşlarıyla birlikte Ankara İş Bankası Emek Şubesi soygununu gerçekleştirdi.

4 Mart 1971'de ise Amerikalı dört erin Balgat'taki tesislerden kaçırılması eyleminde yer aldı. Kaçırılan erler daha sonra hiçbir zarar görmeden serbest bırakıldılar.

Ancak Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan eylemden sonra Sivas'a kaçtılar. Bir ihbar üzerine polisle çıkan çatışmada Gezmiş ve Aslan birbirlerini kaybetti.

Aslan o sırada, Gezmiş ise 16 Mart 1971 günü teslim oldu.

16 Temmuz 1971 günü başlayan mahkeme 9 Ekim'de sona erdi. Deniz Gezmiş ve arkadaşları hakkında idam kararı verildi.

Kamuoyu ve siyasi çevrelerde yürütülen yoğun çabalara rağmen üç idam kararı onaylandı.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'la birlikte 6 Mayıs 1972 gecesi saat 01.00-03.00 arası Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde asılarak idam edildi.

Ahmet KAYA




Ahmet Kaya
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Git ve: kullanara
Ahmet Kaya Doğum tarihi Ölüm tarihi Doğum yeri Mesleği

28 Ekim 1957
16 Kasım 2000
Türkiye / Malatya, Pötürge
Müzik sanatçısı
Ahmet Kaya (Malatya28 Ekim 1957 - Paris16 Kasım 2000Türkiye1980 ve 1990'larda çıkardığı albümler ve verdiği konserlerle popüler olmuş, eserlerinin etkisi günümüzde de devam eden özgün (protest) müzik sanatçısıdır.
Konu başlıkları
Hayatı
5 çocuklu bir işçi ailesinin en küçük üyesi olan Ahmet Kaya ilkokulu Malatya'da okudu ve müzikle ilk defa 9 yaşlarında tanıştı. Boş zamanlarında müzikle ilgilenen Ahmet Kaya, ailesinin İstanbul'a göç etmesiyle ortaöğretimden sonra bu işi profesyonelliğe dökmeye karar verdi. Uzun uğraşlar sonucu çıkardığı Ağlama Bebeğim albümünün sansürden geçmesinin gazetelere yansıması, eserin duyulmasını sağladı; bu onun için iyi bir fırsattı ve ilk albümünde büyük bir beğeni topladı.
İlk büyük patlaması ve geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan albüm, 1985 yılında yapılıp 1986'da piyasaya çıkan Şafak Türküsü oldu. Bu albümde aranjör Oğuz Abadan'la çalıştı.
1990'lara değin özgün çizgisinden ayrılmadı ve başı sürekli derde girdi. 1990'larda da çizgisini korumaya gayret etse de, albümlerinde piyasaya yönelik çalışmalara da yer verdi. Her albümü ayrı bir patlama yapmış, özellikle Şarkılarım Dağlara albümü basılan 2.800.000 bandrolle rekor kırmıştır. 1990'ların sonuna değin çıkardığı albümler hep listebaşı oldu. 10 Şubat 1999'da Magazin Gazetecileri Derneği'nin düzenlediği ödül töreninde yeni albümüneKürtçe şarkı koyduğunu açıkladı, bu şarkıya çekeceği klip için bir kanal aradığını söyledi. Kaya'nın "Kürtler'i tanımayanların kafasından inmeyeceğim. Ayrıca bu ödülü insan hakları adına, cumartesi anneleri adına alıyorum" sözleri üzerine törene davetli bulunanların verdiği tepki üzerine, ödül törenini terk etmek zorunda kaldı.[1] Bu olayın hemen sonrasında Ahmet Kaya'nın 1993 yılında Berlin'de Kürt İşadamları Derneği'nin düzenlediği bir gecede verdiği konsere ilişkin fotoğrafların Hürriyet gazetesinde yayınlanması[2] üzerine "bölücüPKK örgütüne yardım ve yataklık yaptığı ve halkı ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği" iddiasıyla hakkında İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde toplam 10.5 yıl ağır hapis istemiyle iki ayrı dava açıldı.[3] Haziran 1999'da Türkiye'den ayrıldı. Yargılamaların sonucunda toplam 3 yıl 9 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı[4], ancak yurtdışında olduğundan hapse girmedi. Bu arada Ordu Valiliği Kaya'nın kasetlerinin kentte satılmasını ve bulundurulmasını yasakladı.[5]
Almanya'da PKK yanlıları tarafından düzenlenen konserde ‘‘Arabamı o şerefsizlerin memleketinde bıraktım’’ dediği iddia edildiği için hakkında DGM tarafından bir kez daha soruşturma başlatıldı.[6] PKK'nın yayın organı MED-TV'nin açılışında verdiği konserde yaptığı açıklamada hakkındaki iddiaları "Ülkeyi bölmek için değil, birleştirmek için vardık. Bunu anlamakta güçlük çektiler. Benim ülkede yaşayan 64 milyon insana şerefsiz dediğimi söylediler. Ben hiçbir halka, halklara asla şerefsiz lafını kullanmadım. Ben sadece Kürt kimliğimden beni linç etmek isteyen namussuzlara ve haysiyetsizlere burda birkez daha şerefsiz diyorum. Burda hiçbir zaman Ahmet Kaya 64 milyon insana şerefsiz dediği gibi speratif laflarla benim etrafımda toplamaya ve yıllandandır dostluk ettigim Türk halkını bana düşman etmeye çalışıyorlar, Türk halkını bana değil Türk halkını Kürtlere düşman etmek istiyorlar. Ben onların, o medyaların o üzerimde oynadıkları oyunların farkındayım bunlar soğuk savaş stratejileri. Onların o kirli savaş strajilerini bozarım, daha öncede bozdum, gene bozarım yine de bozacağım." diyerek yalanladı.[7] Merhum Ahmet Kaya, 2000 yılında Paris'te bir kalp krizi sonucu ölmüstür.
Ölümünden sonra , 2002 yılında Ahmet Kaya'nın şarkılarını 20 ünlü sanatçının söylediğiDinle Sevgili Ülkem isimli bir albüm yapılmış , Magazin Gazetecileri Derneği'nin gecesinde duyurduğu Kürtçe Karwan (Kervan) parçasının ve klibinin de bulunduğu Hoşçakalın Gözüm(2001)Biraz da Sen Ağla (Aralık 2003) ve Kalsın Benim Davam (Aralık 2005) ve Gözlerim bin yaşında (Aralık 2006) adlarında dört albümü daha yayınlanmıştır.
Notlar
  1. ^ Hürriyet, 12.02.1999
  2. ^ Hürriyet, 14.02.1999
  3. ^ Hürriyet, 18.03.1999
  4. ^ Hürriyet,11.03.2000
  5. ^ Hürriyet, 19.03.1999
  6. ^ Hürriyet, 24.07.1999
  7. ^ Hürriyet, 02.08.1999
Diskografi
Kitaplar ]
  • Ahmet Kaya - Yağmurlu Ülkenin Sürgün Konuğu (Gam Yayınları)
  • Ferzende Kaya - Başım Belada (Anka Yayınları)
  • Derleme - Ahmet Kaya Nota Kitabı 1 (Gam Yayınları)
  • Derleme - Ahmet Kaya Nota Kitabı 2 (Gam Yayınları) ISBN 975-98900-3-8
  • Derleme - Ahmet Kaya Nota Kitabı 3 (Gam Yayınları)
  • Akın Ok - Why? Ahmet Kaya (Akyüz Kitabevi Yayınları)
  • Kenan Engin - Unutulmaz Yılların Solcu Müzisyeni Ahmet Kaya (Peri Yayınları)

21 Kasım 2013 Perşembe

Uğur MUMCU


Aslen, Ankaralı olan Uğur Mumcu, 22 Ağustos 1942 yılında, babasının memuriyeti dolayısıyla Kırşehir'de, dört kardeşin üçüncüsü olarak doğdu. Annesi Nadire Hanım, babası, Tapu Kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey'di.

İlk ve orta okulları Ankara’da okuyan Mumcu çok aktif bir öğrenciydi. Bu hızlı yaşam Hukuk fakültesinde de devam etti. 1961 yılında baş1adığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni 1965 yılında tamamladı. Bir süre avukatlık yaptı; yabancı dil öğrenmek için İngiltere'ye gitti. 1969-1972 yılları arasında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde İdare Hukuku Profesörü Tahsin Bekir Balta'nın asistanı olarak çalıştı.

Yazmaya, üniversite öğrenciliği yıllarında, Doğan Avcıoğlu'nun yönetimindeki Yön Dergisinde başlayan Uğur Mumcu, 12 Mart döneminde bir yazısında kullandığı "ordu uyanık olmalı" sözleriyle, "orduya hakaret etmek", "sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak" suçunu işlediği iddasıyla gözaltına alındı. Uğur Mumcu bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkum edildi. Fakat yargıtayca karar bozuldu ve serbest bırakıldı. Bu olaydan sonra, Mumcu askerliğini, 1972-74 yılları arasında Ağrı'nın Patnos ilçesinde, resmi tanımıyla "sakıncalı piyade eri" olarak tamamladı.

Patnos'ta, ağır koşullar altında askerliğini yaparken, zaten uzun zamandan beri var olan ülseri yüzünden mide kanaması geçirdi.

İlk yazıları 1962'den itibaren Yön, Türk Solu, Devrim, Ant, KIM v.b. dergilerde yer alan Mumcu'nun, 1968-69-70 yıllarında Akşam, Milliyet, Cumhuriyet gazetelerinde zaman zaman çeşitli konularda inceleme yazıları da yayımlandı.

Köşe yazarlığına 1974 yılında haftalık Yeni Ortam dergisinde başladı. Daha sonra çalışmaya başladığı Anka Ajansında 1975 yılından itibaren Cumhuriyet'e de köşe yazıları yazdı. 1977 yılından sonra sadece Cumhuriyet için yazmaya başladı. gözlem başlıklı köşesinde 1991 yılının Kasım ayına kadar aralıksız olarak yazdı. 6 Kasım 1991'de İlhan Selçuk ve yaklaşık 80 Cumhuriyet çalışanı ile birlikte gazeteden ayrıldı. Bir süre işsiz kaldı. 1 Şubat - 3 Mayıs 1992 tarihleri arasında Milliyet Gazetesi'nde yazan Mumcu, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yönetim değişikliği üzerine 7 Mayıs 1992'de Cumhuriyet'e döndü.

Gazetecilik hayatı başarılarla dolu olan Mumcu 24 Ocak 1993 yılında uğradığı silahlı saldırı sonucu öldü.

20 Kasım 2013 Çarşamba

Nazım Hikmet RAN




Nazım Hikmet, 20 Kasım 1901 yılında Selanik'te doğdu. Babası Hikmet Bey, Matbuat Müdürü olarak görev yaparken oğlu Nazım, "komünist" oldu diyerek memuriyetten çıkarıldı, Kadıköy Süreyya Paşa sinemasında müdür olarak çalışmaya başladı.

Babası ile annesi ressam Celile hanımın ayrılmaları ve Celile hanımın resim tahsili için Paris'e gitmesi üzerine Nazım Hikmet, dedesi mevlevi şair Mehmet Nazım Paşa'nın konağına yerleşti. Çocukluğu bu konakta geçti ve bir paşazade gibi yetiştirildi. Zekeriya Sertel'e göre "bütün hayatında bu paşazade olmanın acısını çekti. Paşazade olmaktan kurtulmak için de yapmadığını bırakmadı."

İlk şiir denemelerinde dedesinin etkisi açıkça görülür;

Ağa Camii

Havsalam almıyordu bu hazin hali önce,
Ah, ey zavallı mabet, seni böyle görünce
Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım,
Allahımın ismini daha çok candan andım.
(.....)

Nazım Hikmet, Galatasaray Sultanisi ve Nişantaşı Numune Mektebi'ndeki öğreniminden sonra Heybeliada Bahriye Mektebi'nde okudu. Hamidiye Okul Gemisi'nde stajyer güverte subayı olarak görev yaparken sağlık nedenleri ile ordudan ayrıldı (1920).

Nazım, bütün ömrü boyunca sevmiş ve sevilmiş bir sevgi adamıdır. "Sevdayım tepeden tırnağa" dizesi Nazım'ı çok iyi anlatır. Yalnız, sevgi adamı olmasına rağmen bir aşk şairi olmamıştır. Yine de aşklarını şiire dökmekten geri durmamıştır. On beş yaşındayken ilk sevgililerinden Sabiha için de şiirler yazmıştır.

(......)
gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki
çok sevdiğim başına yemin ediyorum ben,
koyu bir çiçek gibi gözlerin kapanırken
bir dakika göğsünün üstünde olsaydım
ömrümü bir yudumda ellerinden içerdim
gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki.

On yedi yaşında aşık olduğu Azize için de şu şiiri yazmıştır;

Azize

Bir ilahi gibi içten duyulur
Seven gönüllere aşina sesin,
Başında halenur, gözlerinde nur,
Sevda mabedinde bir azizesin.
(.......)



Bu sıralarda İstanbul'da yayınlanan "Alemdar" gazetesinin düzenlediği yarışmada "Dikkat" adlı şiiri ile birinciliği kazandı.

Dikkat

Deniz durgun göl gibi, git gide genişliyor,
Sular kayalıklarda nurdan izler işliyor,
Engine sarkan gökler baştan başa yaldızlı
Şimdi göğsümde kalbim çarpıyor hızlı hızlı.
Göklerden bir yıldırım gölgesi düşmüş suya
Dalmış suyun altında bir mum gibi yanıyor.
(......)

Yine bu yıllarda işgal güçlerine karşı çıkmaya ve milliyetçilik üzerine şiirler yazmaya başlar.

Kırk Haramilerin Esiri

(........)
şimdi şanlı esirin yalnız bir kolu vardı!
Ormanı baştan başa dolaştı bir boğuk ses:
"Öteki kolu da kes, öteki kolu da kes!"
Bıraktığı baltayı cellat alırken yerden,
Meydana gölgeleri yakınlaşan göklerden,
Haykırıldı bir büyük şanlı mazinin yadı,
Birden balta esirin elinde parıldadı!


İstanbul'un işgali üzerine Kurtuluş Savaşı'nı destekledi; 1 Ocak 1921'de ise Mustafa Kemal'e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımıyla dört şair, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Nâzım Hikmet, Vâlâ Nureddin, Sirkeci'den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice bindiler. İnebolu'ya varınca, Ankara'ya geçebilmek için beş altı gün, izin ve yol parası beklemeleri gerekti. Ama Ankara'dan yalnız Nâzım Hikmet ile Vala Nureddin'e izin çıktı. İnebolu'da geçirdikleri günlerde, Anadolu'ya geçmek üzere, onlar gibi izin bekleyen, Almanya'dan gelme genç öğrencilerle tanışmışlardı. Aralarında Sadık Ahi (sonradan Mehmet Eti adıyla CHP milletvekili), Vehbi (Prof. Vehbi Sarıdal), Nafi Atuf (Kansu, sonradan CHP genel sekreteri) gibi kimseler de bulunan bu öğrenciler Spartakistler olarak anılıyor, sosyalizmi savunuyor, Türkiye'nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliği'nden övgüyle söz ediyorlardı. Bunlar Nâzım Hikmet ile Vala Nureddin için yepyeni bilgilerdi.

Ankara'da Celile Hanım'ın uzaktan akrabası olan İsmail Fazıl Paşa, Nazım Hikmet ve Vala Nurettin'i Meclis'e çağırarak Mustafa Kemal Paşaya takdim etti.

Mustafa Kemal'in kendilerine söylediklerini Vâlâ Nureddin "Bu Dünyadan Nâzım Geçti" adlı kitabında şöyle aktarıyor:

"Basmakalıp laflara ihtiyaç duymaksızın, Mustafa Kemal, bizim için çok önemli bir sadede girdi :
"- Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız, dedi.
"Daha da konuşacaktı. Fakat aceleyle yanına bir iki kişi yaklaştı. Bir telgraf getirdiler. Paşa göz atınca telgrafla ilgilendi. Eliyle selamlayıp bizden uzaklaştı."

Bolu Sultanisi'nde öğretmen olarak görev aldı. Nazım Hikmet, Anadolu'ya ilk defa gelmiş ve halkın yaşadığı zorluk ve sefaleti ilk kez görmüştür. Anadolu'ya geçtiği sırada kendisine verilecek görevi beklediği İnebolu, Nazım'ın düşüncelerinin değişmesinde önemli bir yer tutmuştur. Bolu'da görev yaptığı sırada yobazların din adına halkı sömürdüklerini de görmesi Nazım'ın görüşlerini iyice değiştirmiştir. Bu dönem yazdığı "Meşin Kaplı Kitap" (1921) düşüncelerindeki değişimi yansıtan şiirlerinden birisidir.

Meşin Kaplı Kitap

(.......)
Yazık, yazık bize ki asırlarca aldandık!
Karanlıkta çizilen izleri görmek için
Görüp yüzsürmek için
Yazık, yazık bize ki bir çırağ gibi yandık...
Ne gökten necat geldi, ne bir parça merhamet.
Çalışan esirlere Musa, İsa, Muhammed
Sade bir satır dua, bir tütsü buhur verdi,
Masal cennetlerinin yollarını gösterdi.
Ne beş vakit ezanı, ne Anjelüs çanları
Zincirinden kurtardı yoksul çalışanları.
Yine biz köleleriz, efendilerimiz var,
(.......)

Öğrenim için Moskova'ya gitti. Siyasi bilimler ve iktisat okudu. İstanbul'dayken beraber olduğu ve sevdiği Nüzhet ile Moskova'da birlikte oldular. Bir süre sonra da ayrıldılar. Sonra Anuşka'ya aşık oldu ve öğrenimi boyunca bu Rus kızını sevdi. Anuşka'nın başka sevgilileri olmasına ve kaprislerine rağmen onu sevmekte devam etti. Nazım, Anuşka üzerine hiç şiir yazmamıştır. 1928 yılında Nazım, Anuşka'yı Türkiye'ye evlenmek üzere çağırdı. Anuşka, bu teklifi kabul etti. Ancak, Türkiye'ye gelirken Odessa'dan yazdığı en son mektubundan sonra bir daha ondan haber alamadı.

Moskova, Nazım'ın şiir anlayışını da değiştirmiştir. O güne kadar hece vezni ile şiir yazan Nazım, Mayakovski'nin şiiri ile tanışınca "serbest nazmı" geliştirdi; ve Türk şiirinin önünde yeni bir ufuk açmış oldu. Ancak, Nazım, bu etkiyi kabul etmez; Kemal Tahir'e Bursa hapishanesinden yazdığı bir mektupta, Mayakovski'yi daha yeni okumakta olduğunu itiraf etmektedir. Serbest nazım hakkında, 1929 yılında "Resimli Ay" dergisinde çıkan bir yazısında şunları yazar:

Şiirle nesri, hikayeyi romanı, tiyatro vesaireyi ayıran şey, birinin vezinli ve kafiyeli olması, ötekilerin vezinsiz ve kafiyesiz olması değildir. Bence vezinli ve kafiyeli yazılar vardır ki, şiirle hiçbir ilgisi yoktur. Şiir, roman, hikaye vesaire gibi edebiyat kollarını birbirinden nisbi olarak ayıran şey, şekilden ziyade muhteva, hava, derinlik, mikyas farkı, velhasıl (fikir ve his) sahasında gördükleri iştir. Aynı hadiseyi şiir, hikaye, roman, tiyatro ve sinema senaryosu başka mikyaslarda, hava ve derinliklerde verirler. Aradaki ayrılık burdan gelir.


1925 yılında yurda döndüğü zaman, "Aydınlık" dergisinde çıkan yazıları ve şiirleri yüzünden kovuşturmaya uğradı. İki yıllığına tekrar Moskova'ya gitti. Yokluğunda 15 yıl hüküm giydi. Ancak Cumhuriyetin 5. yıl dönümü nedeni ile çıkarılan aftan yararlandı. Daha sonra aldığı mahkumiyetler de Cumhuriyetin 10. yıl dönümü nedeni ile çıkarılan affın kapsamına girdi.

Bu sıralarda karşısına çıkan Piraye hanıma aşık oldu. Dul ve iki çocuklu olan Piraye Hanım ile evlendi. Onu çok sevdi; ve çocuklarını kendi çocuğu gibi sevdi. Bu dönemde sık sık hapishanelerde kalmış ve karısı Piraye'ye çok sayıda şiirler yazmıştır.

(.......)
Kitap okurum:
İçinde sen varsın,
Şarkı dinlerim:
İçinde sen.
Oturdum ekmeği yerim:
Karşımda sen oturursun,
Çalışırım:
Karşımda sen,
Sen ki, her yerde "hazırı nazır"ımsın,
Konuşamayız seninle,
Duyamayız sesini birbirimizin:
Sen benim sekiz yıldır dul karımsın...

Piraye Hanım, Nazım'ın yıllarca mutlu ve karanlık günlerinin sarsılmaz vefalı dostu, sevinç ve kederinin ortağı olmuştur.

1937 yılında "Her Ay" dergisinde Naci Sadullah ile yaptığı röportajda, sanat hakkındaki düşüncelerini şöyle anlatır:

Ben kendi sosyal sınıfi muhutimle çelişim halinde değilim. Bundan dolayı da sanat sanat için değildir, demek, sanatın kadrini azaltmak demek değildir. Tersine sanatı toplum içinde aktif bir müessese olarak anlamak, sanatçıyı insan ruhlarının mühendisi olarak görmek demektir.

1938' de orduyu ve donanmayı isyana teşvik ettiği gerekçesi ile toplam 28 yıl 4 aya mahkum oldu. Bu son ve en uzun hapishane yaşamı oldu. 1949 yılında suçsuzluğu konusunda "Vatan" gazetesi baş yazarı Ahmet Emin Yalman'ın başlattığı kampanya yurtiçi ve yurt dışında geniş yankı buldu. 

1948 yılında hapishanedeyken ziyaretine yakın akrabalarından Münevver Hanım gelir. Münevver hanım, Nurullah Berk'in eşidir ve Renan adında bir kızı vardır. Zamanla hapishane ziyaretleri sıklaştı ve ikisi birbirlerine aşık oldular. Ve hapishanedeyken Münevver Hanımla evlendiler. Bu dönemdeki duygularını Çankırı hapishanesinde yatmakta olan arkadaşı Kemal Tahir'e yazdığı mektupta şöyle anlatmıştır:

(.........)
Mücerret ve mutlak manada şahsi hayatım olamayacağını elbet bilirim. Bunu bildiğim halde yine de şahsi hayatıma ait bazı işler vardır ki, o, ancak beni ve hadiseyle doğrudan doğruya ilgili olanı ve seni filan ilgilendirebilir. Mesela şu :

Piraye ile aramızdaki münasebetlerden bir tanesini, ancak bir tanesini ve zaten bilfiil mevcut olmayan bir tanesini kesmek lazım geldi. Yani kadın-erkek, karı-koca münasebetimizi... tahmin ettiğin gibi, bunun lüzumuna karar veren benim. Piraye'ye ve kendime -evet artık kendime de- o kadar saygım var ki, Piraye benim için öyle mükemmel, öyle yiğit, öyle iyi ve kendisine en güzel senelerimi, en iyi eserlerimi borçlu olduğum insan ve kadındır ki, ona yalan söyleyemezdim. Onu manen de olsa -maddeten imkansız- bu münasebetimizde bile aldatamazdım. Bu münasebetimizde, bu karıkocalık münasebetimizde dahi -ki, artık münasebetlerimizin en arka plana geçeni olmuştu- ona yalan söylemekten, onu aldatmaktansa, onu üzmeyi, hem de belki dehşetli üzmeyi, kahretmeyi tercih ettim. Ben de bir hayli üzüldüm. Kahroldum ve olmaktayım. Fakat ikimizde haysiyetli ve şerefli insanlarız. Üzüntüyü, kahrolmayı ***********liğe, ********liğe, yalan dolana tercih ederiz. Bir daha tekrar edeyim: Piraye, hayatımın en yakın insanıdır. Ve her şeye rağmen, yine öyle, en yakın insanı olarak kalacaktır.

Ve Nazım, yeniden bir sevgiliye şiirler yazmaya başladı.

Anladın ya işin başımdan aşkın,
Beni lafa tutma gülüm,
Ben sana aşık olmakla meşgulüm.


1950 yılında çıkarılan aftan yararlanarak serbest bırakıldı. İstanbul'a yerleşti. İlk sefer muntazam bir aile yaşamı yaşamaya başladı. Çocuğu da oldu. Ancak, bu mutluluk uzun sürmedi. Yaşamının tehlikede olması nedeni ile karısını, çocuğunu ve evini bırakarak Moskova'ya gitti. Bu yüzden de 1951 yılında yurttaşlıktan çıkarıldı.

22 Kasım 1950'de Dünya Barış Konseyi'nin Uluslararası Barış Ödülü İspanya'dan Picasso'ya, Şili'den Pablo Neruda'ya, ABD'den Paul Robeson'a, Polonya'dan Wanda Jakubowskaya'ya, Türkiye'den de Nâzım Hikmet'e verildi.

1951 yılında Çin'e yaptığı bir yolculuk sırasında hastalandı. Moskova'ya döndü ve üç ay hastanede yattı. Burada kendisine bakan doktor Galina, Nazım'a aşık oldu. Hastaneden taburcu olduktan sonra Galina Nazım'ı bırakmadı ve özel doktoru olarak Nazım'ın evine yerleşti. On yıl beraber yaşadıkları halde Nazım, Galina'yı sevmedi. Galina'nın aşkı tek taraflı kaldı.

Nazım, karısı Münevver'i ve oğlu Memed'i Moskova'ya getirmek için uğraşıyordu. 1955 yılında Viyana'da düzenlenen Dünya Barış Konseyi'nin toplantısında Belçika başbakanından yardım istendi. Belçika Başbakanı Spaak, Ankara'da hükümetten Münevver'in yurt dışına çıkmasına izin verilmesini istedi. Ancak, dönemin hükümeti bu isteği kabul etmedi. Yine de serbestçe mektuplaşmalarına izin verildi. O günden 1960 yılına kadar neredeyse her gün birbirlerine mektup yazdılar.

1960 yılına gelindiğinde bir film stüdyosunda tanıştığı Vera'ya aşık oldu. Vera'da evli ve bir çocuğu vardı. Evlendiler. 1963 yılında ölümüne kadar Vera'ya şiirler yazmaya devam etti.

(.......)
Bu dağlar,
İnsanların, ineklerin, kamyonların arasında
Yaşıyorlardı.,
Söğütler, elmalar, meşeler ve çam ağaçlarıyla
Ve artık
Yanımdaki ak kadının
Saman sarısı saçlarıyla.
(......)

1961 temmuzunda zengin bir işadamı olan Carlo Guilluni, yatıyla turistik bir yolculuğa çıkmış havasında, Ege'deki Türk limanlarını dolaşıp bol bol para harcayarak sonunda Ayvalık'a demir attı. Bu arada Joyce Lussu İzmir'de yattan ayrılıp uçakla İstanbul'a gitmiş, karşı kaldırımdaki cipte bekleyen polisleri atlatarak Münevver Andaç ile iki çocuğunu Ayvalık'a getirmeyi başarmıştı. Onlar gelir gelmez yat hemen demir alıp Yunanistan'ın Midilli adasına yöneldi. Karanlıkta oldukça tehlikeli bir deniz kazası geçirdilerse de, Yunanlı balıkçılarca kurtarılarak sonunda Atina'ya ulaştılar. Ağustos başında Münevver, Renan, Mehmet Polonya'daydılar. Nâzım Hikmet Küba'dan yeni dönmüştü. Varşova'daki buluşmaları pek içten olmadı. Nâzım onları havaalanında karşılamadı, ertesi gün kaldıkları otelin lokantasına geldi. Münevver ikinci bir kadının varlığını biliyordu, ama kocasını bırakmayı kabullenemiyordu.Yeni karısı Vera da çok tedirgindi. Bu noktaya geldikten sonra Nâzım'ı kaybetmek istemiyordu. Çok güç durumdaki şair ise bu iki kadını birbirinden uzak tutmazsa büyük sıkıntılar yaşayacağını çok iyi anlıyordu. Münevver ile çocuklarını, bu arada yıllarca özlemini çektiği oğlu Mehmet'i, kendisini çok seven Polonyalı dostlarına emanet ederek Moskova'ya götürmemeye karar verdi. Bir daire tutuldu, eşyalar alındı, Münevver Andaç'a Doğu Dilleri Fakültesi'nde bir öğretmenlik görevi bulundu; daha sonra Paris'e yerleşti.

Nazım, bütün ömrü boyunca sevdi ve sevildi. Ve severek öldü. Bursa hapishanesinden Vala Nurettin'e yazdığı bir mektupta şunları yazmıştır:

(......)
Ben öyle dört başı mamur aşık olsam, fakat dedim ya, bana bağlı, bana bağlı olmayan şartları ile, hüsranı, hicranı, firakı ümidi, imkanı, imkansızlığı, benim enfüsi durum ve afaki hayat şartlarıyla, yani takım taklavatıyla dört başı mamur aşık olsam, böyle aşk dostlar başına. Visalin, hatta maşukamla senelerce aynı çatı altında burun buruna yaşamanın aşkı azaltacağına değil, bilakis çoğaltacağına eminim. Çünkü sevgiliye, böyle bir aşkın maşukasını hiçbir zaman yüzde yüz ulaşamayacağımı sanıyorum. Daha doğrusu bundan eminim.
(........)

sevdayım tepeden tırnağa
sevda: görmek, düşünmek, anlamak
sevda: doğan çocuk, yürüyen aydınlık
sevda: salıncak kurmak yıldızlara
sevda: dökmek çeliği kanter içinde
komünistim
sevdayım tepeden tırnağa


3 Haziran 1963 sabahı, Nâzım Hikmet bir kalp krizi sonucu Moskova'daki evinde öldü. Yazarlar Birliği'nin düzenlediği bir törenle Novodeviçiy Mezarlığı'na gömüldü.

"İnsan çıplaktır onun şiirinde. Derin ruhsal incelemelerin, çapraşık ilişkilerin tülleri arkasında gizli değildir. Kendisine bu dünyada verilmiş yaşamı elinden geldiğince, olduğu gibi yaşamaya çalışmaktadır. Akıl almaz serüvenlerin kahramanı değildir. Bütün kahramanlığı, bu yaşamı kendi elleriyle düzenleme çalışmasında, geleceğe duyduğu güvende, bu kendisine verilmiş yaşamı kendi elleriyle yeniden kurmaya yönelik kavgasındadır. Bu kavgada, Memleketimden İnsan Manzaraları'nın yenik düşüp kendini öldüren Doktor Faik'i de vardır; İkinci Dünya Savaşı'nda cepheleri, hapishane duvarına astığı haritadan gün gün çizerek izleyen, sonuçlar çıkaran mahkum Halil'i de...(...) Nâzım'ın şiirinin tüm içeriği, bu sevgiyle, saygıyla, güvenle yanaştığı Türk halkıdır, demek yanlış olmaz. Onu, akıp giden yaşam ırmağı içinde sevgisi, kavgası, büyüklüğü, zavallılığı ile somut bir biçimde ortaya kor. Ulusal bir gerçekten evrensel insan gerçeğine ulaşır." ( Mehmet H. Doğan)

Dünyanın bir çok ülkesinde ve bir çok dilde basılan eserlerinin ülkesinde basılması yasaktı. Ancak, 1965 yılında, ölümünden iki yıl sonra Türkiye'de de basılmaya başladı.

Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum, hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler. Hem bir tek elmadan, hem sürülen topraktan, hem zindandan dönen insanın ruhundan, hem kitlelerin daha güzel günler için savaşından, hem bir tek insanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak istiyorum, hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan bahseden şiirler yazmak istiyorum.

Şair oldum olalı, güzel sanatlardan beklediğim, istediğim şey, halka hizmetleri, halkı güzel günlere çağırmalarıdır. Halkın acısına, öfkesine, umuduna, sevincine, hasretine tercüman olmalarıdır. Sanat telakkimde değişmeyen işte budur. Geri yanı boyuna değişti, değişiyor, değişecek. Değişmeyeni en dokunaklı, en usta, en faydalı, en güzel, en mükemmel ifade edebilmek için dinlenmeden değiştim, değişeceğim.

1991 yılında İstanbul'da Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı kuruldu.

Açılan davalara ve oluşturulan kampanyalara karşın hala Türk vatandaşlığı iadesi gerçekleşmemiştir.