Dünyanın En Zor Oyunu

20 Kasım 2013 Çarşamba

Nazım Hikmet RAN




Nazım Hikmet, 20 Kasım 1901 yılında Selanik'te doğdu. Babası Hikmet Bey, Matbuat Müdürü olarak görev yaparken oğlu Nazım, "komünist" oldu diyerek memuriyetten çıkarıldı, Kadıköy Süreyya Paşa sinemasında müdür olarak çalışmaya başladı.

Babası ile annesi ressam Celile hanımın ayrılmaları ve Celile hanımın resim tahsili için Paris'e gitmesi üzerine Nazım Hikmet, dedesi mevlevi şair Mehmet Nazım Paşa'nın konağına yerleşti. Çocukluğu bu konakta geçti ve bir paşazade gibi yetiştirildi. Zekeriya Sertel'e göre "bütün hayatında bu paşazade olmanın acısını çekti. Paşazade olmaktan kurtulmak için de yapmadığını bırakmadı."

İlk şiir denemelerinde dedesinin etkisi açıkça görülür;

Ağa Camii

Havsalam almıyordu bu hazin hali önce,
Ah, ey zavallı mabet, seni böyle görünce
Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım,
Allahımın ismini daha çok candan andım.
(.....)

Nazım Hikmet, Galatasaray Sultanisi ve Nişantaşı Numune Mektebi'ndeki öğreniminden sonra Heybeliada Bahriye Mektebi'nde okudu. Hamidiye Okul Gemisi'nde stajyer güverte subayı olarak görev yaparken sağlık nedenleri ile ordudan ayrıldı (1920).

Nazım, bütün ömrü boyunca sevmiş ve sevilmiş bir sevgi adamıdır. "Sevdayım tepeden tırnağa" dizesi Nazım'ı çok iyi anlatır. Yalnız, sevgi adamı olmasına rağmen bir aşk şairi olmamıştır. Yine de aşklarını şiire dökmekten geri durmamıştır. On beş yaşındayken ilk sevgililerinden Sabiha için de şiirler yazmıştır.

(......)
gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki
çok sevdiğim başına yemin ediyorum ben,
koyu bir çiçek gibi gözlerin kapanırken
bir dakika göğsünün üstünde olsaydım
ömrümü bir yudumda ellerinden içerdim
gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki.

On yedi yaşında aşık olduğu Azize için de şu şiiri yazmıştır;

Azize

Bir ilahi gibi içten duyulur
Seven gönüllere aşina sesin,
Başında halenur, gözlerinde nur,
Sevda mabedinde bir azizesin.
(.......)



Bu sıralarda İstanbul'da yayınlanan "Alemdar" gazetesinin düzenlediği yarışmada "Dikkat" adlı şiiri ile birinciliği kazandı.

Dikkat

Deniz durgun göl gibi, git gide genişliyor,
Sular kayalıklarda nurdan izler işliyor,
Engine sarkan gökler baştan başa yaldızlı
Şimdi göğsümde kalbim çarpıyor hızlı hızlı.
Göklerden bir yıldırım gölgesi düşmüş suya
Dalmış suyun altında bir mum gibi yanıyor.
(......)

Yine bu yıllarda işgal güçlerine karşı çıkmaya ve milliyetçilik üzerine şiirler yazmaya başlar.

Kırk Haramilerin Esiri

(........)
şimdi şanlı esirin yalnız bir kolu vardı!
Ormanı baştan başa dolaştı bir boğuk ses:
"Öteki kolu da kes, öteki kolu da kes!"
Bıraktığı baltayı cellat alırken yerden,
Meydana gölgeleri yakınlaşan göklerden,
Haykırıldı bir büyük şanlı mazinin yadı,
Birden balta esirin elinde parıldadı!


İstanbul'un işgali üzerine Kurtuluş Savaşı'nı destekledi; 1 Ocak 1921'de ise Mustafa Kemal'e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımıyla dört şair, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Nâzım Hikmet, Vâlâ Nureddin, Sirkeci'den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice bindiler. İnebolu'ya varınca, Ankara'ya geçebilmek için beş altı gün, izin ve yol parası beklemeleri gerekti. Ama Ankara'dan yalnız Nâzım Hikmet ile Vala Nureddin'e izin çıktı. İnebolu'da geçirdikleri günlerde, Anadolu'ya geçmek üzere, onlar gibi izin bekleyen, Almanya'dan gelme genç öğrencilerle tanışmışlardı. Aralarında Sadık Ahi (sonradan Mehmet Eti adıyla CHP milletvekili), Vehbi (Prof. Vehbi Sarıdal), Nafi Atuf (Kansu, sonradan CHP genel sekreteri) gibi kimseler de bulunan bu öğrenciler Spartakistler olarak anılıyor, sosyalizmi savunuyor, Türkiye'nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliği'nden övgüyle söz ediyorlardı. Bunlar Nâzım Hikmet ile Vala Nureddin için yepyeni bilgilerdi.

Ankara'da Celile Hanım'ın uzaktan akrabası olan İsmail Fazıl Paşa, Nazım Hikmet ve Vala Nurettin'i Meclis'e çağırarak Mustafa Kemal Paşaya takdim etti.

Mustafa Kemal'in kendilerine söylediklerini Vâlâ Nureddin "Bu Dünyadan Nâzım Geçti" adlı kitabında şöyle aktarıyor:

"Basmakalıp laflara ihtiyaç duymaksızın, Mustafa Kemal, bizim için çok önemli bir sadede girdi :
"- Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız, dedi.
"Daha da konuşacaktı. Fakat aceleyle yanına bir iki kişi yaklaştı. Bir telgraf getirdiler. Paşa göz atınca telgrafla ilgilendi. Eliyle selamlayıp bizden uzaklaştı."

Bolu Sultanisi'nde öğretmen olarak görev aldı. Nazım Hikmet, Anadolu'ya ilk defa gelmiş ve halkın yaşadığı zorluk ve sefaleti ilk kez görmüştür. Anadolu'ya geçtiği sırada kendisine verilecek görevi beklediği İnebolu, Nazım'ın düşüncelerinin değişmesinde önemli bir yer tutmuştur. Bolu'da görev yaptığı sırada yobazların din adına halkı sömürdüklerini de görmesi Nazım'ın görüşlerini iyice değiştirmiştir. Bu dönem yazdığı "Meşin Kaplı Kitap" (1921) düşüncelerindeki değişimi yansıtan şiirlerinden birisidir.

Meşin Kaplı Kitap

(.......)
Yazık, yazık bize ki asırlarca aldandık!
Karanlıkta çizilen izleri görmek için
Görüp yüzsürmek için
Yazık, yazık bize ki bir çırağ gibi yandık...
Ne gökten necat geldi, ne bir parça merhamet.
Çalışan esirlere Musa, İsa, Muhammed
Sade bir satır dua, bir tütsü buhur verdi,
Masal cennetlerinin yollarını gösterdi.
Ne beş vakit ezanı, ne Anjelüs çanları
Zincirinden kurtardı yoksul çalışanları.
Yine biz köleleriz, efendilerimiz var,
(.......)

Öğrenim için Moskova'ya gitti. Siyasi bilimler ve iktisat okudu. İstanbul'dayken beraber olduğu ve sevdiği Nüzhet ile Moskova'da birlikte oldular. Bir süre sonra da ayrıldılar. Sonra Anuşka'ya aşık oldu ve öğrenimi boyunca bu Rus kızını sevdi. Anuşka'nın başka sevgilileri olmasına ve kaprislerine rağmen onu sevmekte devam etti. Nazım, Anuşka üzerine hiç şiir yazmamıştır. 1928 yılında Nazım, Anuşka'yı Türkiye'ye evlenmek üzere çağırdı. Anuşka, bu teklifi kabul etti. Ancak, Türkiye'ye gelirken Odessa'dan yazdığı en son mektubundan sonra bir daha ondan haber alamadı.

Moskova, Nazım'ın şiir anlayışını da değiştirmiştir. O güne kadar hece vezni ile şiir yazan Nazım, Mayakovski'nin şiiri ile tanışınca "serbest nazmı" geliştirdi; ve Türk şiirinin önünde yeni bir ufuk açmış oldu. Ancak, Nazım, bu etkiyi kabul etmez; Kemal Tahir'e Bursa hapishanesinden yazdığı bir mektupta, Mayakovski'yi daha yeni okumakta olduğunu itiraf etmektedir. Serbest nazım hakkında, 1929 yılında "Resimli Ay" dergisinde çıkan bir yazısında şunları yazar:

Şiirle nesri, hikayeyi romanı, tiyatro vesaireyi ayıran şey, birinin vezinli ve kafiyeli olması, ötekilerin vezinsiz ve kafiyesiz olması değildir. Bence vezinli ve kafiyeli yazılar vardır ki, şiirle hiçbir ilgisi yoktur. Şiir, roman, hikaye vesaire gibi edebiyat kollarını birbirinden nisbi olarak ayıran şey, şekilden ziyade muhteva, hava, derinlik, mikyas farkı, velhasıl (fikir ve his) sahasında gördükleri iştir. Aynı hadiseyi şiir, hikaye, roman, tiyatro ve sinema senaryosu başka mikyaslarda, hava ve derinliklerde verirler. Aradaki ayrılık burdan gelir.


1925 yılında yurda döndüğü zaman, "Aydınlık" dergisinde çıkan yazıları ve şiirleri yüzünden kovuşturmaya uğradı. İki yıllığına tekrar Moskova'ya gitti. Yokluğunda 15 yıl hüküm giydi. Ancak Cumhuriyetin 5. yıl dönümü nedeni ile çıkarılan aftan yararlandı. Daha sonra aldığı mahkumiyetler de Cumhuriyetin 10. yıl dönümü nedeni ile çıkarılan affın kapsamına girdi.

Bu sıralarda karşısına çıkan Piraye hanıma aşık oldu. Dul ve iki çocuklu olan Piraye Hanım ile evlendi. Onu çok sevdi; ve çocuklarını kendi çocuğu gibi sevdi. Bu dönemde sık sık hapishanelerde kalmış ve karısı Piraye'ye çok sayıda şiirler yazmıştır.

(.......)
Kitap okurum:
İçinde sen varsın,
Şarkı dinlerim:
İçinde sen.
Oturdum ekmeği yerim:
Karşımda sen oturursun,
Çalışırım:
Karşımda sen,
Sen ki, her yerde "hazırı nazır"ımsın,
Konuşamayız seninle,
Duyamayız sesini birbirimizin:
Sen benim sekiz yıldır dul karımsın...

Piraye Hanım, Nazım'ın yıllarca mutlu ve karanlık günlerinin sarsılmaz vefalı dostu, sevinç ve kederinin ortağı olmuştur.

1937 yılında "Her Ay" dergisinde Naci Sadullah ile yaptığı röportajda, sanat hakkındaki düşüncelerini şöyle anlatır:

Ben kendi sosyal sınıfi muhutimle çelişim halinde değilim. Bundan dolayı da sanat sanat için değildir, demek, sanatın kadrini azaltmak demek değildir. Tersine sanatı toplum içinde aktif bir müessese olarak anlamak, sanatçıyı insan ruhlarının mühendisi olarak görmek demektir.

1938' de orduyu ve donanmayı isyana teşvik ettiği gerekçesi ile toplam 28 yıl 4 aya mahkum oldu. Bu son ve en uzun hapishane yaşamı oldu. 1949 yılında suçsuzluğu konusunda "Vatan" gazetesi baş yazarı Ahmet Emin Yalman'ın başlattığı kampanya yurtiçi ve yurt dışında geniş yankı buldu. 

1948 yılında hapishanedeyken ziyaretine yakın akrabalarından Münevver Hanım gelir. Münevver hanım, Nurullah Berk'in eşidir ve Renan adında bir kızı vardır. Zamanla hapishane ziyaretleri sıklaştı ve ikisi birbirlerine aşık oldular. Ve hapishanedeyken Münevver Hanımla evlendiler. Bu dönemdeki duygularını Çankırı hapishanesinde yatmakta olan arkadaşı Kemal Tahir'e yazdığı mektupta şöyle anlatmıştır:

(.........)
Mücerret ve mutlak manada şahsi hayatım olamayacağını elbet bilirim. Bunu bildiğim halde yine de şahsi hayatıma ait bazı işler vardır ki, o, ancak beni ve hadiseyle doğrudan doğruya ilgili olanı ve seni filan ilgilendirebilir. Mesela şu :

Piraye ile aramızdaki münasebetlerden bir tanesini, ancak bir tanesini ve zaten bilfiil mevcut olmayan bir tanesini kesmek lazım geldi. Yani kadın-erkek, karı-koca münasebetimizi... tahmin ettiğin gibi, bunun lüzumuna karar veren benim. Piraye'ye ve kendime -evet artık kendime de- o kadar saygım var ki, Piraye benim için öyle mükemmel, öyle yiğit, öyle iyi ve kendisine en güzel senelerimi, en iyi eserlerimi borçlu olduğum insan ve kadındır ki, ona yalan söyleyemezdim. Onu manen de olsa -maddeten imkansız- bu münasebetimizde bile aldatamazdım. Bu münasebetimizde, bu karıkocalık münasebetimizde dahi -ki, artık münasebetlerimizin en arka plana geçeni olmuştu- ona yalan söylemekten, onu aldatmaktansa, onu üzmeyi, hem de belki dehşetli üzmeyi, kahretmeyi tercih ettim. Ben de bir hayli üzüldüm. Kahroldum ve olmaktayım. Fakat ikimizde haysiyetli ve şerefli insanlarız. Üzüntüyü, kahrolmayı ***********liğe, ********liğe, yalan dolana tercih ederiz. Bir daha tekrar edeyim: Piraye, hayatımın en yakın insanıdır. Ve her şeye rağmen, yine öyle, en yakın insanı olarak kalacaktır.

Ve Nazım, yeniden bir sevgiliye şiirler yazmaya başladı.

Anladın ya işin başımdan aşkın,
Beni lafa tutma gülüm,
Ben sana aşık olmakla meşgulüm.


1950 yılında çıkarılan aftan yararlanarak serbest bırakıldı. İstanbul'a yerleşti. İlk sefer muntazam bir aile yaşamı yaşamaya başladı. Çocuğu da oldu. Ancak, bu mutluluk uzun sürmedi. Yaşamının tehlikede olması nedeni ile karısını, çocuğunu ve evini bırakarak Moskova'ya gitti. Bu yüzden de 1951 yılında yurttaşlıktan çıkarıldı.

22 Kasım 1950'de Dünya Barış Konseyi'nin Uluslararası Barış Ödülü İspanya'dan Picasso'ya, Şili'den Pablo Neruda'ya, ABD'den Paul Robeson'a, Polonya'dan Wanda Jakubowskaya'ya, Türkiye'den de Nâzım Hikmet'e verildi.

1951 yılında Çin'e yaptığı bir yolculuk sırasında hastalandı. Moskova'ya döndü ve üç ay hastanede yattı. Burada kendisine bakan doktor Galina, Nazım'a aşık oldu. Hastaneden taburcu olduktan sonra Galina Nazım'ı bırakmadı ve özel doktoru olarak Nazım'ın evine yerleşti. On yıl beraber yaşadıkları halde Nazım, Galina'yı sevmedi. Galina'nın aşkı tek taraflı kaldı.

Nazım, karısı Münevver'i ve oğlu Memed'i Moskova'ya getirmek için uğraşıyordu. 1955 yılında Viyana'da düzenlenen Dünya Barış Konseyi'nin toplantısında Belçika başbakanından yardım istendi. Belçika Başbakanı Spaak, Ankara'da hükümetten Münevver'in yurt dışına çıkmasına izin verilmesini istedi. Ancak, dönemin hükümeti bu isteği kabul etmedi. Yine de serbestçe mektuplaşmalarına izin verildi. O günden 1960 yılına kadar neredeyse her gün birbirlerine mektup yazdılar.

1960 yılına gelindiğinde bir film stüdyosunda tanıştığı Vera'ya aşık oldu. Vera'da evli ve bir çocuğu vardı. Evlendiler. 1963 yılında ölümüne kadar Vera'ya şiirler yazmaya devam etti.

(.......)
Bu dağlar,
İnsanların, ineklerin, kamyonların arasında
Yaşıyorlardı.,
Söğütler, elmalar, meşeler ve çam ağaçlarıyla
Ve artık
Yanımdaki ak kadının
Saman sarısı saçlarıyla.
(......)

1961 temmuzunda zengin bir işadamı olan Carlo Guilluni, yatıyla turistik bir yolculuğa çıkmış havasında, Ege'deki Türk limanlarını dolaşıp bol bol para harcayarak sonunda Ayvalık'a demir attı. Bu arada Joyce Lussu İzmir'de yattan ayrılıp uçakla İstanbul'a gitmiş, karşı kaldırımdaki cipte bekleyen polisleri atlatarak Münevver Andaç ile iki çocuğunu Ayvalık'a getirmeyi başarmıştı. Onlar gelir gelmez yat hemen demir alıp Yunanistan'ın Midilli adasına yöneldi. Karanlıkta oldukça tehlikeli bir deniz kazası geçirdilerse de, Yunanlı balıkçılarca kurtarılarak sonunda Atina'ya ulaştılar. Ağustos başında Münevver, Renan, Mehmet Polonya'daydılar. Nâzım Hikmet Küba'dan yeni dönmüştü. Varşova'daki buluşmaları pek içten olmadı. Nâzım onları havaalanında karşılamadı, ertesi gün kaldıkları otelin lokantasına geldi. Münevver ikinci bir kadının varlığını biliyordu, ama kocasını bırakmayı kabullenemiyordu.Yeni karısı Vera da çok tedirgindi. Bu noktaya geldikten sonra Nâzım'ı kaybetmek istemiyordu. Çok güç durumdaki şair ise bu iki kadını birbirinden uzak tutmazsa büyük sıkıntılar yaşayacağını çok iyi anlıyordu. Münevver ile çocuklarını, bu arada yıllarca özlemini çektiği oğlu Mehmet'i, kendisini çok seven Polonyalı dostlarına emanet ederek Moskova'ya götürmemeye karar verdi. Bir daire tutuldu, eşyalar alındı, Münevver Andaç'a Doğu Dilleri Fakültesi'nde bir öğretmenlik görevi bulundu; daha sonra Paris'e yerleşti.

Nazım, bütün ömrü boyunca sevdi ve sevildi. Ve severek öldü. Bursa hapishanesinden Vala Nurettin'e yazdığı bir mektupta şunları yazmıştır:

(......)
Ben öyle dört başı mamur aşık olsam, fakat dedim ya, bana bağlı, bana bağlı olmayan şartları ile, hüsranı, hicranı, firakı ümidi, imkanı, imkansızlığı, benim enfüsi durum ve afaki hayat şartlarıyla, yani takım taklavatıyla dört başı mamur aşık olsam, böyle aşk dostlar başına. Visalin, hatta maşukamla senelerce aynı çatı altında burun buruna yaşamanın aşkı azaltacağına değil, bilakis çoğaltacağına eminim. Çünkü sevgiliye, böyle bir aşkın maşukasını hiçbir zaman yüzde yüz ulaşamayacağımı sanıyorum. Daha doğrusu bundan eminim.
(........)

sevdayım tepeden tırnağa
sevda: görmek, düşünmek, anlamak
sevda: doğan çocuk, yürüyen aydınlık
sevda: salıncak kurmak yıldızlara
sevda: dökmek çeliği kanter içinde
komünistim
sevdayım tepeden tırnağa


3 Haziran 1963 sabahı, Nâzım Hikmet bir kalp krizi sonucu Moskova'daki evinde öldü. Yazarlar Birliği'nin düzenlediği bir törenle Novodeviçiy Mezarlığı'na gömüldü.

"İnsan çıplaktır onun şiirinde. Derin ruhsal incelemelerin, çapraşık ilişkilerin tülleri arkasında gizli değildir. Kendisine bu dünyada verilmiş yaşamı elinden geldiğince, olduğu gibi yaşamaya çalışmaktadır. Akıl almaz serüvenlerin kahramanı değildir. Bütün kahramanlığı, bu yaşamı kendi elleriyle düzenleme çalışmasında, geleceğe duyduğu güvende, bu kendisine verilmiş yaşamı kendi elleriyle yeniden kurmaya yönelik kavgasındadır. Bu kavgada, Memleketimden İnsan Manzaraları'nın yenik düşüp kendini öldüren Doktor Faik'i de vardır; İkinci Dünya Savaşı'nda cepheleri, hapishane duvarına astığı haritadan gün gün çizerek izleyen, sonuçlar çıkaran mahkum Halil'i de...(...) Nâzım'ın şiirinin tüm içeriği, bu sevgiyle, saygıyla, güvenle yanaştığı Türk halkıdır, demek yanlış olmaz. Onu, akıp giden yaşam ırmağı içinde sevgisi, kavgası, büyüklüğü, zavallılığı ile somut bir biçimde ortaya kor. Ulusal bir gerçekten evrensel insan gerçeğine ulaşır." ( Mehmet H. Doğan)

Dünyanın bir çok ülkesinde ve bir çok dilde basılan eserlerinin ülkesinde basılması yasaktı. Ancak, 1965 yılında, ölümünden iki yıl sonra Türkiye'de de basılmaya başladı.

Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum, hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler. Hem bir tek elmadan, hem sürülen topraktan, hem zindandan dönen insanın ruhundan, hem kitlelerin daha güzel günler için savaşından, hem bir tek insanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak istiyorum, hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan bahseden şiirler yazmak istiyorum.

Şair oldum olalı, güzel sanatlardan beklediğim, istediğim şey, halka hizmetleri, halkı güzel günlere çağırmalarıdır. Halkın acısına, öfkesine, umuduna, sevincine, hasretine tercüman olmalarıdır. Sanat telakkimde değişmeyen işte budur. Geri yanı boyuna değişti, değişiyor, değişecek. Değişmeyeni en dokunaklı, en usta, en faydalı, en güzel, en mükemmel ifade edebilmek için dinlenmeden değiştim, değişeceğim.

1991 yılında İstanbul'da Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı kuruldu.

Açılan davalara ve oluşturulan kampanyalara karşın hala Türk vatandaşlığı iadesi gerçekleşmemiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder